Japon bilim insanı Masaru Emoto, su kristalleri üzerine yıllar önce bir deney yapmış. Bu deneyde mikroskobik ortamda ve çok soğuk bir odada su kristallerini incelemiş. Tabi öncesinde bir kısım suya iyi ve güzel sözler söylerken bir kısmına da çok çirkin sözler sarf etmiş bunun yanı sıra değişik türden müzikler ve değişik duyguları suya yansıtmış. Sonuç yukarıda gördüğünüz gibi... Güzel sözler sarf edilen su kristalleri tıpkı kar taneleri gibi düzenli ve muazzam bir şekil oluştururken kötü sözler söylenen kristaller oldukça dağınık ve birbirinden kopuk bir şekilde gözlemlenmiş. Buradan çıkan sonuç aslında sözlerin sadece durağan su değil insan üzerinde de etkili olduğunu açığa çıkarıyor çünkü bildiğiniz üzere insan vücudunun dörtte üçü sudan oluşur. Sıradan bir su birikimine bile sözler tesir ederken insanlara ve gün içinde kendimiz için kullandığımız sözler nasıl tesir eder, bir düşünelim. Bu nedenler günlük hayatımızda olumlu bir dil kullanmayı bir alışkanlık haline getirmemiz gerekir. Böylece kendimizde ve çevremizde çok olumlu değişiklikler yaratabiliriz. Mesela, her güne şükrederek başlamak ve gün içinde kendimize ve karşımızdaki kişilere olumlu yorumlarda bulunmak ilk adım olabilir.
O zaman bugün için bir tavsiye: tam şu an nefes aldığın için şükret ve uzun zamandır görüşmediğin ya da her gün görüştüğün ama bir kez bile onu ne çok sevdiğini söylemediğin bir yakınına “seni seviyorum” de!
psikoloji, engelli araştırmaları, sade yaşam
Merhaba ben Psikolog Ayşenur. Bu blog sitesinde engelli birey ve ailelerinden, genel olarak psikoloji biliminden, bunlara ek olarak kendi ilgi alanım olup psikolojik anlamda iyi hissetmeyle ("psychological wellbeing") yakından ilgili olduğunu düşündüğüm sade yaşamdan bahsedeceğim. İletişime geçmek isterseniz bana e-postam üzerinden yazabilirsiniz. Randevu için; https://www.doktortakvimi.com/aysenur-aldirmaz-tasdemir/psikoloji/sakarya Mutlu günler dilerim! İlt: pskaysenuraldirmaz@gmail.com
22 Şubat 2019 Cuma
17 Şubat 2019 Pazar
Pazartesi Sendromu
Haftanın ilk gününden herkese Günaydın! Yoksa siz hala uyanamayanlardan ya da uyanmış ama ayağını sürüye sürüye işe gidenlerden misiniz? "Hafta sonu biraz daha uzun olsaydı, daha tam dinlenemedim, mutsuzum" gibi düşünceler bir bir aklınızdan mı geçiyor? Herkesin haftanın ilk günü ya kullandığı ya da duyduğu "Pazartesi Sendromu"nu yaşıyor olabilir misiniz? Bu yazıda önce tanımını sonrasında nasıl başa çıkabileceğimizi gelin birlikte keşfedelim. Öncelikle, "Pazartesi Sendromu" ortak kabul edilen anlamıyla işe giden insanların haftanın ilk gününde kendilerini bitkin, umutsuz hissetmeleri, sabah kalkarken yorgun uyanmaları, bunu tüm iş gününü yansıtmaları ve yaptıkları işten tatmin olmadıkları ancak mecburen gitmeleri demektir. Hani ayaklarımız geri geri gider ya o hesap. İş hayatında mutluluk üzerine uluslararası yazar ve konuşmacı olan Alexander Kjerulf'a göre pazartesi sendromu sahip olduğumuz işle ilgili bizi uyarması gereken güçlü bir sinyal çünkü işinde mutlu olan ve severek o işi yapan insanlarda pazartesi sendromuna rastlanmıyor. O zaman öncelikle ne yapacağız? Eğer tatil sonrası işe gitmek istemiyorsak bunun da ötesinde kendimizi adeta depresyona girmiş kadar halsiz ve çökük hissediyorsak ve bu hayattan nefret etmemize kadar sebep oluyorsa yaptığımız işi tekrardan gözden geçireceğiz. Ben burada ne yapıyorum? Neden bu mesleği seçtim? Bu iş ortamı beni geliştiriyor mu yoksa dibe mi çekiyor? Bu sorrgulamaları yapmak ve ona göre aksiyon almak lazım. Tabi ki her zaman kariyer değiştirmek pek mümkün değil, öyleyse işimizi sevdiğimiz hale getirmenin yollarını bulmak lazım. Eski bir ata sözünde dendiği gibi "Ya bütün gün karanlığa küfredersin ya da bir mum yakarsın."
Öte yandan, psikoloji literatüründe yapılan araştırmalara göre anlık duygusal durumun iş hayatı üzerinde çok büyük bir etkisi var ve kişi eğer kendisini çökkün, bitkin ve umutsuz hissediyorsa bu onun iş hayatında daha az üretici, daha az yaratıcı olmasına sebep olurken aynı zamanda yavaş öğrenen, fazla kötümser yaklaşan bir insan olmasına neden oluyor. Böyle önemli etkilere sahip pazartesi sendromunun üstesinden gelmek için şu yazıda ünlü Kariyer Koçu Rita Friedman 11 tane öneriden bahsetmiş. Ben bu yazıda bir kaçından bahsedeceğim, ilgilenenler ana kaynaktan diğerlerine de ulaşabilirler.
Friedman'a göre yöntemlerden birisi asıl problemi doğru tespit etmek. Diğer bir deyişle, bizim sabah yorgun uyanıp kendimizi mutsuz hissetmemizin nedeni acaba sadece tatil çıkışı olduğu için mi? Yoksa pazartesi sendromu dediğimiz olay aslında bizim tüm iş günlerimize de sirayet ediyor mu? Eğer haftanın her günü bunu yaşıyorsak bu yaptığımız iş ve meslekle ilgili bir sorunumuz olduğunu gösterir. Yani suç belki de pazartesi gününün değildir!
Friedman'a göre diğer bir yöntem ise cuma gününden pazartesi gününe iyi hazırlanmak. Yani haftanın son günü olan cumada biz sevmediğimiz ya da o an yapmak istemediğimiz işleri pazartesiye erteleyebiliyoruz. Dolayısıyla o anlık acıdan kaçıyor acıyı da iteliyoruz pazartesi gününe. Hal böyle olunca bu tüm hafta sonuna etki edip pazartesi günü de bizde ekstra stres yüküne neden oluyor. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi ertelenen her şey büyür. Bu nedenle, yapmamız gerek işleri günü gününe yapmak, hatta gelecek haftaya elimizden geldiğince iş bırakmamak bir çözüm olabilir.
Son olarak benim çok önem verdiğim, etkisine inandığım ve psikoloji literatüründeki beynin işlevleriyle alakaları olan birçok araştırmadaki bulgulara ve Friedman'a göre uykuyu iyi almak ve erken kalkmak da pazartesi sendromunun üstesinden gelebilecek yöntemlerden biri. Yapılan beyin araştırmalarına göre, yeterli uyku zihnin verimli çalışması ve gün içindeki aktivitelerimizi yerine getirebilmek için çok önemli bir yakıt. Pazar akşamından uykumuzu alarak güne uyanmak bu sendromu aşmamız için iyi bir yöntem. Diğer yandan, pazartesi sabahı güne normal kalkış saatimizden 15 ila 30 dk önce kalkıp kendimize zaman ayırıyor olmak da gün için olumlu duygular hissetmemizi ve daha verimli olmamızı sağlıyor. Friedman'a göre bu şekilde erken kalkıp gerek iyi bir kahvaltı yapmak gerek sevdiğimiz bir şeylerle meşgul olmak beyne iş ve uyku arasında geçen bir hayatın robotu olmadığımız sinyalini gönderiyor.
Tüm bu anlatılanların ışığında şunu diyebilirim ki, pazartesi sendromu dediğimiz olay aslında birçok nedeni olabilecek ancak problemi doğru tespit ettiğimizde kolayca üstesinden gelebileceğimiz bir durum. O zaman hadi bu hafta farklı bir hafta olsun ve çözmekten çekindiğimiz sürekli arkaya attığımız asıl sorunları gün yüzüne çıkaralım. Böylece psikolojik iyi oluşumuza da katkımız olmuş olur.
Herkese sendromsuz, işe koşarak gittiği ve hayattan zevk aldığı günler dilerim!
Öte yandan, psikoloji literatüründe yapılan araştırmalara göre anlık duygusal durumun iş hayatı üzerinde çok büyük bir etkisi var ve kişi eğer kendisini çökkün, bitkin ve umutsuz hissediyorsa bu onun iş hayatında daha az üretici, daha az yaratıcı olmasına sebep olurken aynı zamanda yavaş öğrenen, fazla kötümser yaklaşan bir insan olmasına neden oluyor. Böyle önemli etkilere sahip pazartesi sendromunun üstesinden gelmek için şu yazıda ünlü Kariyer Koçu Rita Friedman 11 tane öneriden bahsetmiş. Ben bu yazıda bir kaçından bahsedeceğim, ilgilenenler ana kaynaktan diğerlerine de ulaşabilirler.
Friedman'a göre yöntemlerden birisi asıl problemi doğru tespit etmek. Diğer bir deyişle, bizim sabah yorgun uyanıp kendimizi mutsuz hissetmemizin nedeni acaba sadece tatil çıkışı olduğu için mi? Yoksa pazartesi sendromu dediğimiz olay aslında bizim tüm iş günlerimize de sirayet ediyor mu? Eğer haftanın her günü bunu yaşıyorsak bu yaptığımız iş ve meslekle ilgili bir sorunumuz olduğunu gösterir. Yani suç belki de pazartesi gününün değildir!
Friedman'a göre diğer bir yöntem ise cuma gününden pazartesi gününe iyi hazırlanmak. Yani haftanın son günü olan cumada biz sevmediğimiz ya da o an yapmak istemediğimiz işleri pazartesiye erteleyebiliyoruz. Dolayısıyla o anlık acıdan kaçıyor acıyı da iteliyoruz pazartesi gününe. Hal böyle olunca bu tüm hafta sonuna etki edip pazartesi günü de bizde ekstra stres yüküne neden oluyor. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi ertelenen her şey büyür. Bu nedenle, yapmamız gerek işleri günü gününe yapmak, hatta gelecek haftaya elimizden geldiğince iş bırakmamak bir çözüm olabilir.
Son olarak benim çok önem verdiğim, etkisine inandığım ve psikoloji literatüründeki beynin işlevleriyle alakaları olan birçok araştırmadaki bulgulara ve Friedman'a göre uykuyu iyi almak ve erken kalkmak da pazartesi sendromunun üstesinden gelebilecek yöntemlerden biri. Yapılan beyin araştırmalarına göre, yeterli uyku zihnin verimli çalışması ve gün içindeki aktivitelerimizi yerine getirebilmek için çok önemli bir yakıt. Pazar akşamından uykumuzu alarak güne uyanmak bu sendromu aşmamız için iyi bir yöntem. Diğer yandan, pazartesi sabahı güne normal kalkış saatimizden 15 ila 30 dk önce kalkıp kendimize zaman ayırıyor olmak da gün için olumlu duygular hissetmemizi ve daha verimli olmamızı sağlıyor. Friedman'a göre bu şekilde erken kalkıp gerek iyi bir kahvaltı yapmak gerek sevdiğimiz bir şeylerle meşgul olmak beyne iş ve uyku arasında geçen bir hayatın robotu olmadığımız sinyalini gönderiyor.
Tüm bu anlatılanların ışığında şunu diyebilirim ki, pazartesi sendromu dediğimiz olay aslında birçok nedeni olabilecek ancak problemi doğru tespit ettiğimizde kolayca üstesinden gelebileceğimiz bir durum. O zaman hadi bu hafta farklı bir hafta olsun ve çözmekten çekindiğimiz sürekli arkaya attığımız asıl sorunları gün yüzüne çıkaralım. Böylece psikolojik iyi oluşumuza da katkımız olmuş olur.
Herkese sendromsuz, işe koşarak gittiği ve hayattan zevk aldığı günler dilerim!
14 Şubat 2019 Perşembe
Sevgililer Günü
Sözün özü, eğer karşınızdaki kişinin sevgi gösterme biçimi "normal"den farklıysa bu sizi sevmiyor anlamına gelmez. Burada sizin ilişkide vermeniz gereken sınav aslında ilişkinize olan bağlılığınız ve samimiyetinizdir. Bu yüzden şayet dün bazı şeyler istediğiniz ve hayal ettiğiniz gibi olmadıysa ilişkinizin geneline ve partnerinizin sizi sevdiğini başka zamanlarda nasıl gösterdiğine bakmalısınız. Ne medyaya ne de başkasının ne dediğine bakarak ilişkinizde problem çıkarmayın. Ve bu güzel günleri kendinize zehir etmeyin.
Her zaman çok sevin ve çok sevilin çünkü dünyayı sevgi kurtaracak!
Not: Bugüne özel şarkıyı buradan dinleyebilirsiniz.
Depresyon ve Egzersiz
Depresyon ve egzersiz... Bu iki kelime sizce birbiriyle bağlantılı olabilir mi? Araştırmalara göre cevabımız evet olmalı. 13.02.2019 tarihli The New York Times'da çıkan araştırma haberi tam da bu konu üzerine. JAMA Psychiatry dergisinde yayınlanan araştırmaya göre; günde en az 15 dakika boyunca koşmak ya da daha yorucu bir egzersiz yapmak depresyonu yenmeye yardımcı oluyor. Hatta araştırmadaki bir başka buluş da, genetik olarak depresyona yatkın bireyler bu egzersizleri yaptığında yapmayanlarla karşılaştırıldığında depresyona girme ihtimalleri hayli düşüyor. Bu arada sadece koşmak ya da yorucu bir egzersiz yapmak değil, ev işi ya da sadece yürüyüş yapmak da depresyonu önleyici faktörlerden. Burada tabi 15 dakikadan ziyade en az 1 saatin daha etkili olduğu sonucuna varılmış. (Haberin linki: https://www.nytimes.com/2019/02/13/well/mind/exercise-may-help-to-fend-off-depression.html )
Buna ek olarak ünlü nörobilimci Wendy Suzuki'nin 2011'de yapmış olduğu TED konuşmasında egzersiz yapmanın beynin bilişsel kapasitelerini geliştirdiğini iddia ediyor. Diğer bir deyişle, Suzuki'nin araştırmalarına göre, düzenli yapılan egzersizler hafızayı güçlendiriyor, öğrenmeyi kolaylaştırıyor, yaratıcılığı artırıyor ve işe daha iyi konsantre olmamızı sağlıyor. Kendisi araştırmalarında ders verdiği sınıfın öğrencilerinin beyinlerindeki hipokampüsü incelemiş. (Hipokampüs başta hafıza olmak üzere beynimizde bilişsel becerilerimiz için en önemli bölgelerden biridir.) Sonuç olarak ise hipokampüslerindeki yeni hücre artışını (öğrenmeyi gösterir) ve olan hücrelerin daha uzun yaşadığını (uzun dönemli hafıza hakkında bilgi verir) tespit etmiş. (Konuşmanın linki: https://www.youtube.com/watch?v=LdDnPYr6R0o )
Yukarıda bahsettiğim iki araştırmayı da şöyle bir birleştirmeye çalışalım. Wendy Suzuki, egzersizin beynin bilişsel işlevlerine olan olumlu etkilerinden bahsederken, JAMA Psychiatry dergisindeki araştırma depresyonu yenme ve önleme konusunda egzersizin ne kadar başarılı bir yöntem olduğunu ifade ediyor. Baktığımızda Bilişsel Davranışçı ekole göre depresyonlu danışanlar depresyonun fiziksel belirtilerine (uykusuzluk, iştah problemi gibi) ek olarak bir de düşünce olarak kendilerini en değersiz ve yetersiz hissederler. Bütün dünya başlarına yıkılmış da kalkmaya halleri yokmuş gibi düşünürler. Elimizdeki bu iki araştırma şunu gösteriyor ki; depresyonu olan danışanlar egzersiz yapmak gibi fiziksel bir aktiviteyi düzenli ve belli miktarda yaparsa düşünce sistemlerinin değişmesi daha beklenir bir sonuç olacaktır.
O zaman ne diyoruz? Depresif hissettiğimiz zamanlarda ya da gerçekten depresyonda olduğumuzda kumandayı elimize alıp TV karşısında yayılmak ya da bütün gün insanların çoğu sahte olan mutluluklarını izleyerek kendimizi daha da kötü hissetmek yerine dışarıya çıkıyor ya da ev içinde egzersizler yapıyoruz. Eskilerin dediği gibi "Harekette bereket vardır."
Hadi, harekete geç!
Etiketler:
depresyon,
egzersiz,
psikoloji,
sağlıklı yaşam
7 Kasım 2017 Salı
Özel Eğitim Okulları ve Psikologlar
Bugünkü konumuz Özel Eğitim Okulları... Canım ülkemin en derin kanayan yaralarından biri bu çünkü. Bu yazıda eleştireceğim noktaları işini iyi yapan Özel Eğitim okullarını tenzih ederek söyleyeceğim.
Neresinden başlamalıyım bilemiyorum. Öncelikle Özel Eğitim nedir, ne değildir oradan başlayalım. Milli Eğitim Bakanlığı'nın ilgili yönetmeliğine baktığımızda, özel eğitim okullarındaki temel amacın engelli bireye temel öz bakım becerilerini kazandırmak, bağımsız yaşamalarını sağlayabilmek ve mesleki beceri kazandırmak olduğunu görüyoruz.
Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Peki ya gerçekler? Kaçınız yakınındaki özel eğitim okulundan bu amaçlara ilişkin bir destek gördü?
Bağımsız yaşamak, mesleki gelişim kazanmak şöyle dursun, temel öz bakım becerilerini bile yıllarca aynı kuruma gidilmiş olmasına rağmen kazanamayan engelli bireyler görüyoruz etrafımızda. Bu sadece engel derecesine bağlı bir durum değil malesef. Tabi ki engel derecesi çok önemli ama engel derecesiyle aynı oranda hatta daha da önemli olanı nitelikli eğitim ve ilgilenme derecesi.
Yine yönetmeliğin bize sunduğu bir diğer madde daha var ki aslında özel eğitimin sadece engelli birey ve okul arasında kurulan ilişkiyi değil, aileleri de kapsadığını gözler önüne seriyor. Yönetmeliğin bu ilgili maddesinde kısaca aile eğitimi denen bir durumdan bahsediliyor ve ailenin çocuğunun engeli hakkında bilgilendirilmesinden tutun da düzenli psikolojik destek ve okul içi etkinliklere katılımı teşvik etmeye kadar bir sürü alt başlık veriyor. Merak ediyorum, kurumlarda böyle bir aile eğitimiyle karşılaşan anne babalar oldu mu?
Peki sizce bu aile eğitiminden, engelli bireyin bağımsızlaştırma çalışmalarından görev tanımı itibariyle kim sorumlu dersiniz?
Doğru tahmin, psikolog ya da rehber öğretmen. Tam bu noktada, bir acı gerçekle daha yüz yüzeyiz. Çoğu özel eğitim okulu lisansı psikoloji veya psikolojik danışmanlık ve rehberlik olan kişileri çalıştırmak yerine daha ucuz maaş verebileceği, "işini görebilecek", yukarıda bahsettiğim konularda yetkin olmayan kişileri (felsefe,sosyoloji mezunları gibi) çalıştırıyor. Malesef psikolog ya da rehber öğretmen konumuna gelen kişiler de değil bağımsızlaştırma çalışmaları, ailelerin dahi istekleriyle ilgilenmiyor. Yaptıkları sadece imza atmak ve pano düzenlemek. Çok acı ama onlar da maaşlarını alıp gerisiyle ilgilenmemeyi tercih ediyorlar.
Çok açık ki böyle bir konu acil önlem alınması gereken ve ihmal kabul etmeyen bir konu. Devletin elbette yapması gerekenler var ama bize düşen bilinçli anne-babalar ve psikologlar olarak en azından elimizden geldiğince Özel Eğitim kurumlarını bu konuda uyarmak. Anne-babalar çocuklarını hangi okula kaydettiriyor iyice araştırmalı ve özellikle psikolog ya da rehber öğretmenlerinin yetkinliği ve okuldaki işlevleri hakkında bilgi almalı. Eğer anne babalar Özel Eğitim kurumlarında psikolog ya da rehber öğretmenlerin görev tanımlarından haberdar olurlarsa ilgili kurumun müdürünü bu konuda zorlayabilirler.
Biz psikologlara gelince... Aslında yapılacak birçok şey var. Bunlardan belki de en önemlisi eğer özel eğitim kurumlarında çalışmayı seçiyorsak bunu zorunluluktan (iş bulamamak, devlet kadrolarına atanamamak, yüksek lisansa kabul edilmemek gibi) değil, gerçekten isteyerek seçmeliyiz ve girdiğimiz kurumda iş tanımımızın farkında olarak ona göre çalışmalıyız. Eğer kurum müdürümüz işimizi yapmamıza izin vermiyor bizim sadece imza ve pano işleriyle ilgilenmemizi istiyorsa, sorumluluk alarak bunu başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere gerekli mercilere bildirmeliyiz.
İşini iyi yapan ve özel bireyler için çalışıp çabalayanlara selam olsun!
Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Peki ya gerçekler? Kaçınız yakınındaki özel eğitim okulundan bu amaçlara ilişkin bir destek gördü?
Bağımsız yaşamak, mesleki gelişim kazanmak şöyle dursun, temel öz bakım becerilerini bile yıllarca aynı kuruma gidilmiş olmasına rağmen kazanamayan engelli bireyler görüyoruz etrafımızda. Bu sadece engel derecesine bağlı bir durum değil malesef. Tabi ki engel derecesi çok önemli ama engel derecesiyle aynı oranda hatta daha da önemli olanı nitelikli eğitim ve ilgilenme derecesi.
Yine yönetmeliğin bize sunduğu bir diğer madde daha var ki aslında özel eğitimin sadece engelli birey ve okul arasında kurulan ilişkiyi değil, aileleri de kapsadığını gözler önüne seriyor. Yönetmeliğin bu ilgili maddesinde kısaca aile eğitimi denen bir durumdan bahsediliyor ve ailenin çocuğunun engeli hakkında bilgilendirilmesinden tutun da düzenli psikolojik destek ve okul içi etkinliklere katılımı teşvik etmeye kadar bir sürü alt başlık veriyor. Merak ediyorum, kurumlarda böyle bir aile eğitimiyle karşılaşan anne babalar oldu mu?
Peki sizce bu aile eğitiminden, engelli bireyin bağımsızlaştırma çalışmalarından görev tanımı itibariyle kim sorumlu dersiniz?
Doğru tahmin, psikolog ya da rehber öğretmen. Tam bu noktada, bir acı gerçekle daha yüz yüzeyiz. Çoğu özel eğitim okulu lisansı psikoloji veya psikolojik danışmanlık ve rehberlik olan kişileri çalıştırmak yerine daha ucuz maaş verebileceği, "işini görebilecek", yukarıda bahsettiğim konularda yetkin olmayan kişileri (felsefe,sosyoloji mezunları gibi) çalıştırıyor. Malesef psikolog ya da rehber öğretmen konumuna gelen kişiler de değil bağımsızlaştırma çalışmaları, ailelerin dahi istekleriyle ilgilenmiyor. Yaptıkları sadece imza atmak ve pano düzenlemek. Çok acı ama onlar da maaşlarını alıp gerisiyle ilgilenmemeyi tercih ediyorlar.
Çok açık ki böyle bir konu acil önlem alınması gereken ve ihmal kabul etmeyen bir konu. Devletin elbette yapması gerekenler var ama bize düşen bilinçli anne-babalar ve psikologlar olarak en azından elimizden geldiğince Özel Eğitim kurumlarını bu konuda uyarmak. Anne-babalar çocuklarını hangi okula kaydettiriyor iyice araştırmalı ve özellikle psikolog ya da rehber öğretmenlerinin yetkinliği ve okuldaki işlevleri hakkında bilgi almalı. Eğer anne babalar Özel Eğitim kurumlarında psikolog ya da rehber öğretmenlerin görev tanımlarından haberdar olurlarsa ilgili kurumun müdürünü bu konuda zorlayabilirler.
Biz psikologlara gelince... Aslında yapılacak birçok şey var. Bunlardan belki de en önemlisi eğer özel eğitim kurumlarında çalışmayı seçiyorsak bunu zorunluluktan (iş bulamamak, devlet kadrolarına atanamamak, yüksek lisansa kabul edilmemek gibi) değil, gerçekten isteyerek seçmeliyiz ve girdiğimiz kurumda iş tanımımızın farkında olarak ona göre çalışmalıyız. Eğer kurum müdürümüz işimizi yapmamıza izin vermiyor bizim sadece imza ve pano işleriyle ilgilenmemizi istiyorsa, sorumluluk alarak bunu başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere gerekli mercilere bildirmeliyiz.
İşini iyi yapan ve özel bireyler için çalışıp çabalayanlara selam olsun!
Not: Milli Eğitim Bakanlığı'nın Özel Eğitim Kurumları ile ilgili yönetmeliğini incelemek isteyenler için linki buraya koyuyorum.
Etiketler:
engellilik,
özel eğitim,
psikolog,
rehabilitasyon
19 Temmuz 2017 Çarşamba
Sizin İlham Kaynağınız Değilim, Çok Teşekkür Ederim! (İzlemek için üstüne tıklayabilirsiniz!)
Merhaba güzel insanlar, bugün sizlere izlediğim ve çok etkilendiğim bir TED videosundan bahsedeceğim. Stella Young adında bedensel engelli tanınmış birinin bizi düşündüren konuşması bu.
Stella, engelliler hakkında konuştuklarımızın, yargılarımızın ve iyiymiş gibi düşündüğümüz sözlerin aslında ne kadar onur kırıcı ve anormal olduğundan bahsediyor. Şöyle ki, neden bizler bedensel engelli bir bireyin bir okulu bitirmesini, tuvalate kendi başına gidip gelmesini ya da öğretmen olarak derslere girmesini başarılması imkansız bir şeymiş, engelli olmak bu saydıklarımızı yapmaya engel de kişi imkansızı başarıyormuş gibi yansıtırız gündelik hayatımıza? Neden hala şaşırıyoruz bir engelli bizden yardımsız olarak işe gidip geldiğinde ya da ondan da öncesi, bir işe sahip olduğunda?
Aslında bu bir anlamda gizliden ayrımcılığı da besleyen ve olumsuz önyargılarımızı sağlamlaştıran bir bakış açısı. Engelli bireylerin -ki engelli deyişimizde bile bir olumsuzluk varken- biz sözde engelsiz bireyler gibi hayatlarını sürdürmelerinde şaşılacak ne var? Hani asıl engel düşüncelerimizdeydi? Ama biz engellilerin her gündelik hayat yeteneklerini bir mucize ya da başarı gibi adlandırmaya, düşünmeye ve yansıtmaya devam ettiğimizde, engellilere toplumsal bakış olan "bağımsız olarak yaşayamama" düşüncesini daha da sağlamlaştırmış olacağız.
Gelin, bugünden ve Stella'nın konuşmasından sonra bakış açımızda bir değişiklik yapalım ve engellilere olan "merhamet" duygumuzdan vazgeçelim.
Not: Aranızda farklı düşünenler varsa lütfen yorum yapmaktan ya da bana ulaşmaktan çekinmeyin, öneri ve yorumlarınızı merakla bekliyorum.
Merhaba güzel insanlar, bugün sizlere izlediğim ve çok etkilendiğim bir TED videosundan bahsedeceğim. Stella Young adında bedensel engelli tanınmış birinin bizi düşündüren konuşması bu.
Stella, engelliler hakkında konuştuklarımızın, yargılarımızın ve iyiymiş gibi düşündüğümüz sözlerin aslında ne kadar onur kırıcı ve anormal olduğundan bahsediyor. Şöyle ki, neden bizler bedensel engelli bir bireyin bir okulu bitirmesini, tuvalate kendi başına gidip gelmesini ya da öğretmen olarak derslere girmesini başarılması imkansız bir şeymiş, engelli olmak bu saydıklarımızı yapmaya engel de kişi imkansızı başarıyormuş gibi yansıtırız gündelik hayatımıza? Neden hala şaşırıyoruz bir engelli bizden yardımsız olarak işe gidip geldiğinde ya da ondan da öncesi, bir işe sahip olduğunda?
Aslında bu bir anlamda gizliden ayrımcılığı da besleyen ve olumsuz önyargılarımızı sağlamlaştıran bir bakış açısı. Engelli bireylerin -ki engelli deyişimizde bile bir olumsuzluk varken- biz sözde engelsiz bireyler gibi hayatlarını sürdürmelerinde şaşılacak ne var? Hani asıl engel düşüncelerimizdeydi? Ama biz engellilerin her gündelik hayat yeteneklerini bir mucize ya da başarı gibi adlandırmaya, düşünmeye ve yansıtmaya devam ettiğimizde, engellilere toplumsal bakış olan "bağımsız olarak yaşayamama" düşüncesini daha da sağlamlaştırmış olacağız.
Gelin, bugünden ve Stella'nın konuşmasından sonra bakış açımızda bir değişiklik yapalım ve engellilere olan "merhamet" duygumuzdan vazgeçelim.
Not: Aranızda farklı düşünenler varsa lütfen yorum yapmaktan ya da bana ulaşmaktan çekinmeyin, öneri ve yorumlarınızı merakla bekliyorum.
26 Şubat 2017 Pazar
Ben ise staj yapmak vesilesiyle tanıştım ve dört dönemdir ayrılamıyorum çünkü gerek uygulama alanında bana kattıkları gerekse yanlarındayken çocuklardan aldığım yüksek enerji bunun sebebi :) . EÇADEM'i engellilerle ilgili diğer kurumlardan (özel eğitim merkezleri vb.) ayıran en önemli özelliğin çocukların sosyalleşmesine olanaklar sunması ve ortam yaratması diyebilirim. Birbirleri içinde ve toplumun geri kalan kısmıyla sosyalleşmelerinin en önemli ve faydalı sonucunu ise zihinsel ve sosyal durumlarındaki gözle görülür iyileşme olduğunu düşünüyorum. Çünkü benim gözlemlerimden yola çıkacak olursak, örneğin, staja başladığımda içine kapanık ve arkadaşlarıyla fazla iletişim kurmayan hafif düzey zihinsel engelli bir çocuğun yaklaşık üç ay içerisinde arkadaşlarıyla iletişiminde artışı (oyunlara davet etmek, birlikte aktivitelere katılmak gibi) gördüm. Bu sadece tek bir örnek ve kurumda birçok çocukta bunu gözlemleyebiliyorum.
Umarım ki EÇADEM gibi projeler artar ve daha fazla uygulama alanına sahip olur.
Özellikle engelli bireylerin topluma rehabilitasyonu konusunda daha çok yol kat etmemiz gerekiyor.
Not: EÇADEM'le ilgili daha ayrıntılı bilgi için EÇADEM Facebook Sayfası
EÇADEM İnternet Sayfası
Etiketler:
eçadem,
engellilik,
özel eğitim,
rehabilitasyon
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)